8.06.2007

'Yavuz' Bir Sultan

Yavuz Sultan Selim, “Önümüzde Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yürümekteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!” diyerek Mısır seferinde, Sina Çölü’nü ordusuyla birlikte yürüyerek geçmiştir.
Osmanlı Devleti’nin dokuzuncu padişahı olan Yavuz Sultan Selim, kısa süren padişahlık dönemine rağmen nice ülkeler fethetmiş, büyük işler başarmış kahramanlardan biridir. O, bu kısa süre zarfında dönemin iki büyük devletini yıkmış, İslam’ın bayraktarlığını üstlenmiş, halifelik makamının Osmanlı’ya geçmesini sağlamıştır. Yaptıkları sayfalara sığmayacak bu büyük kahramanın hayat kitabından birkaç yaprak aşağıda sunulmuştur :
YAVUZ SULTAN SELİM’İN KAFTANI
Sekiz ay süren Mısır seferi sona ermiş, dönüş yolculuğu başlamıştır. Yavuz Sultan Selim dönüşte hocası Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal’in yanında bulunmaktadır. Hem yol almakta hem de hocasına merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden faydalanmaktadı r. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir. Bu arada hiç beklenmedik bir hadise olur ve Kemalpaşazade’ nin atının ayağı sürçer. Yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanını kirletir. Herkesin yüreği ağzına gelmiş, ne olacağını birbirine sormaktadır. Büyük âlim Kemalpaşazade ise başını önüne eğmiş, endişeli gözlerle beklemektedir. Koca Yavuz, değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler : “Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir ziynettir.” Ve kaftanını çıkarıp yaverine uzatırken: “Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de ulu hakanın vasiyeti yerine getirilmiş ve sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir.
YA SEN BİZİ KİMİNLE SANIRDIN?!
Hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz Sultan Selim, kısa fakat dolu dolu geçen hayatında küçük bir çıbana yenik düşer. Son anlarında yanında Hasan Can vardır. Yavuz, Hasan Can’a sorar :
- Hasan bu ne hâl?

- Şimdi Allah ile birlikte olma zamanıdır sultanım!

Cevap oldukça düşündürücüdür :

- Bre Hasan, sen bunca zamandır, bizi kiminle bilirdin?!

Yavuz Sultan Selim’in konuşmaya mecali kalmamıştır. Mushaf-ı Şerif’i işaret eder. Hasan Can güzel sesiyle Yasin-i Şerif’e başlar. Okumaya başlamasıyla yüzünde huzurun izleri halelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır etrafa. Koca sultan belki de ilk kez böyle tebessüm eder dünyaya.

ÖNÜMÜZDE FAHR-İ KÂİNAT YÜRÜYOR!

Yavuz Sultan Selim, ordusuyla beraber Mısır seferine çıkmıştı. Mısır’ın merkezi Kahire’ye ulaşmak için Sina Çölü’nü geçmek gerekiyordu. Kurak ve çorak bu çölü geçmek neredeyse imkânsız gözüküyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yavuz, Sina Çölü’nü ordusuyla geçmeye kararlıydı. Ordu içinde bunun imkânsız olduğunu söyleyenler olduysa da onları susturmasını bildi. Sina Çölü’nü geçerken yaşanan şu vaka ibretliktir :

Sina Çölü’nde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş sıcaklık ve kum fırtınası vardır. Çölde ilerlerken Sultan Selim Han, bir ara atından iner. Sultanın ardından tüm devlet adamları da attan iner. Başta Sultan Selim Han ve tüm ordu, kurak ve çorak Sina Çölü’nde yayan yürümektedir. Ordu harap ve bîtab hâle gelmiştir. Fakat Yavuz, büyük bir edeb ve huşu içinde yürümeye devam etmektedir. Sebebi sorulunca; bütün heybet ve azametinden sıyrılıp, sükunet ve edeple şöyle der: “Önümüzde, Fahr-i Kâinat Rasûlullah Efendimiz Hazret-i Muhammed yürümükteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!” Yavuz ve ordusu bir hafta gibi kısa bir sürede Sina Çölü’nü geçerek tarihte eşine az rastlanır bir başarıya imza atmışlardır.

PARLAYAN KILIÇ

Venedik’ten bir elçi gelmiştir. Herkesin cihanı titreten padişahı görmek isteyip de göremediği bir devirdir. Elçi, Koca sultanla görüşüp ülkesine geri döner. Ülkedeki üst düzey yöneticiler başta olmak üzere herkes bu heybetli sultanın nasıl birisi olduğunu öğrenmek istemektedir. Elçiye cihan sultanı Yavuz’un nasıl birisi olduğunu sorarlar.

- Göremedim, der elçi. Merak ederler :

- Huzuruna girdiğin, yanına kadar vardığın hâlde nasıl göremedin?

Bunun üzerine elçi şu müthiş itirafta bulunmak zorunda kalır :

- Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.

Kısa sürede Venedik elçisinin bu sözleri Osmanlı Sultanı’nın da kulağına gelir ve haşmetli Sultan şunları söyler :

- Paşalarım, der. Osmanlı Devleti’nin kılıcı parladığı müddetçe zalimlerin boynu daima eğik gezecektir. Ama Allah korusun, bu kılıç ne zaman ki kınına girer de paslanmaya başlarsa, işte o zaman kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize yukarıdan bakmaya başlarlar.

Ölüler Nasil Dirilecek

Hazret-i Ibrahim Filistin'den kalkip sik sik Mekke'ye geliyor, oglu Ismâil ile hanimi Hacer'i ziyaret ediyordu. Bu mutat ziyaretlerinden birinde, yolculugunu sahilden yapmak zorunda kalmisti. Deniz kenarinda bir hayvan lesi gördü. Les üzerine dalgalar vuruyor ve dalgalarla birlikte gelen baliklar ve deniz hayvanlari, o lesten yiyorlardi. Dalga çekilince, bu defa da kara hayvanlari ve kuslar lesin basina üsüsüyorlardi. Her bir hayvan, lesten bir parça koparip midesine indiriyordu.

Gördügü bu manzara Hz. Ibrahim'in merakini çekti. "Cenâb-i Hak, acaba bu hayvani nasil diriltecek? Her biri baska bir hayvanin midesinde olan zerrelerini nasil toplayip bir araya getirecek?" diye düsündü. Bu düsünce, onda "dirilme" hâdisesini gözüyle görmek arzusunu uyandirmisti. Allah'a yönelerek,"Ey Rabbim! Ölüleri nasil diriltirsin? Bana göster" diye dua etmeye basladi. Hz. Ibrahim'in bu dua ve niyazina Allah (c.c.):

"Ey Ibrahim! Ölüleri Allah'in diriltecegine îmanin yok mu? Bu hususta herhangi bir süphen mi mevcut?" sorusuyla karsilik verdi. Hazret-i Ibrahim cevaben: "Ey Rabbim! Ben ölüleri diriltecegine kesin olarak inaniyor, bu hususta hiçbir süphe duymuyorum. Ancak bu hârika fi'lini gözümle de görüp kalben tam tatmîn olmak istiyorum" dedi. Insan bâzen, kesin olarak bildigi, inandigi seyleri, gözüyle de görmek ister. Bu, son derece tabiî bir haldir.

Hz. Ibrahim'in istegi de bu nevidendi. süphesiz onun, Allah'in ölüleri diriltecegine inanci tamdi. Bu konuda hiçbir süphesi yoktu. Buna ragmen, dirilme hâdisesini merak ediyor, gözüyle de görmek istiyordu. Allah'in Hz. Ibrahim'in niyetini bildigi halde, "sen îman etmedin mi?" diye sormasi da düsündürücüdür. Böylece Hz. Ibrahim'in içindeki niyetini açiklamasina imkân vermis oluyordu. Hâdiseyi sonradan duyan insanlarin onun hakkinda kötü düsünmelerine firsat birakmiyordu.

Cenâb-i Hak, Hazret-i Ibrahim'in, ölülerin nasil diriltildigini görme istegini kabul ederek, ona: "Ayri cinsten 4 kus al. Onlari önce iyice kendine alistir. Sonra kes. Parçalarini birbirine karistir. Bu parçalardan her birini etrafinda görünen su daglarin ayri bir yerine koy. Sonra o kuslari isimleriyle çagir.

Süratle, âzalari tam ve diri olarak sana geldiklerini göreceksin" dedi. Hazret-i Ibrahim verilen bu emri yerine getirdi. Önce kuslari bulup kendine alistirdi. Sonra kesti. Tüylerini yolarak her birini 4 parçaya ayirdi. Her parçayi digerleriyle karistirarak, baslarini da yanlarina koydu. Dört ayri dagin tepesine bakti. Sonra o kuslari, isimleriyle çagirdigi zaman, hepsinin canli olarak kendisine uçup geldigini gördü.

Bu manzara karsisinda kalbi heyecanla çarpmaya baslamisti. Çünkü ölülerin dirilisi hakikatini bizzat görme nimetine nail olmustu. Bundan dolayi, Allah'a hamd ve sükürlerde bulunuyordu. Kalbi tam itmi'nan bulmus, huzur ve vecd içinde kalmisti...

(Peygamberler Tarihi)

Namaz bize fenaliklardan alikoyar

Hz. Peygamber'in Ibadet HayatI
Kur'ân-I Kerîm'de Hz. Peygamber hakkInda

" ve sen elbette yuce bir ahlâk uzeresin" (el-Kalem 68/4)
buyurulmakta ve bu yuce ahlâka eristirilen sevgili Peygamberimiz yine Kur'ân-I Kerîm'de bize
"en guzel ornek" (el-Ahzâb 33/21)
olarak tanItIlmaktadIr.
Hic kuskusuz Hz. Peygamber her hususta oldugu gibi ibadet hayatI hususundada inananlar icin en guzel ornektir. Yuce Allah Kur'ân-I Kerîm'de Hz. Peygamber'e
hamd, tesbih, secde, ibadet, kulluk, ibadette sabIr gibi hususlarda bazI emir ve
yukumlulukler vermis(bk. en-Nahl 16/98-99; Meryem 19/65; Hûd 11/123; Tâhâ 20/14), ayrIcabazI ibadetlere isaretle Resûl-i Ekrem'den onlarI yerine getirmesini istemistir.Meselâ namazla ilgili tâlimat iceren âyet meâlleri soyledir:
"Ey Muhammed! Kitaptan sana vahyolunanI oku. Namaz kIl; muhakkakki namaz hayasIzlIktan ve fenalIktan alIkor" (el-Ankebut 29/45).

Arkadaslar, namazin bizleri fenalIklardan korudugunu, alikoydugunu, namaza verdigimiz vakitlerinhem kendimiz hem kullugumuz icin hayirlara vesile oldugunu unutmayalim.

Namaz canlıların tesbihini hissedebilmektir

Namaz canlıların tesbihini hissedebilmektir

ALİ DEMİRELNamaz, ruhen ve kalben incelmek, aczini ve fakrını bilerek Rabb’e (cc) yönelmektir. Namazın özü “tesbih, tahmid ve tekbir”dir. Kâinata baktığımızda aynı ibadetleri görebiliriz. Namaz, yaprakların hışırtılarında mevcudatın yaptığı tesbihi hissedebilme boyutudur.
İnsan, insan olarak yaratılmıştır, dolayısıyla belli bir idrak sahibidir. Bu özelliğiyle o, adeta bütün mahlukatı temsil makamındadır. O kadar ki, eşyayı, eşyanın ötesinde esmayı, esmanın ötesinde Allah’ın sıfatlarını bilme iddiasıyla Cenab-ı Hakk’ı bilme gayreti içinde atını mahmuzlar, o sahillere doğru yelken açar ve, “Seni bilmek ve tanımak istiyorum Allah’ım!” der.
İnsan, bütün mahlukatı idrak edebilen bir varlıktır. Hele hele günümüzde onun eşya ve hadiseleri hallaç etmesinden onun ne derece derinlemesine taşa-toprağa nüfuzlu olduğu görülmektedir. Yine o, fiziğin, kimyanın, astrofiziğin, tıbbın kanunları ile bunlara bir buud kazandırıp nice yüksek hakikatlere ulaşmaktadır. Buna rağmen günümüzde bir kısım insanlar, eğer hâlâ dalâlet ve cehalet vadilerinde dolaşıyorsa bu, onların ilme bakışlarındaki yanlışlıktan kaynaklanmaktadı r. Onlar, bakış açılarını ayarlayamamışlardı r. Çünkü ilim, imanın mihrabıdır. Bir insanın bilip de inanmaması, iman mihrabına teveccüh edememesi düşünülemez.
Mesela bir tıp diyelim; o baş döndürücü insan anatomisi, insan fizyonomisi karşısında bir insanın inanmaması hayret verici bir durumdur. Onlar o denli bir ahenk içinde çalışmakta ki, bu arızasız ve kusursuz sistemin hiçbirisi sebeplere bağlanamaz. Yine etrafa baktığımızda ağaçlar dimdik ayakta durur ve rüzgâr kendilerine dokundukça “Hu” “Hu” diye Allah’ı tesbih ederler. Sular “Hu” “Hu” diye başını taştan taşa vurarak akar. Hasılı bütün varlık O’nunla kaimdir ve O’nu tesbih ederler. Dolayısıyla hepsinin kendine göre bir ibadet şekli vardır.
Allah dostları ağaçların kendilerine has hışırtıları karşısında kendilerinden geçerler. Çünkü onlar, o seslerin içinde meleklerin ve diğer ruhanilerin adeta soluklarını duyar, onların kendi fıtrat kanunları içinde yatıp kalkmakla Allah’a karşı kulluk vazifelerini eda ettiklerini bilirler. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: “Allah, her canlıyı sudan yarattı: Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir” (Nur, 24/45) buyurmaktadır. Bu yönüyle insan, namazda kıyamda durmakla adeta ağaçlara ait bir durumu görür ve: “Allah’ım, bunlar yerlerinde duruyorlar, eşya ile çok münasebete geçemiyorlar. Bir arı kadar dahi eşya ile münasebete geçemediklerinden dolayı garip, kimsesiz ve yalnızlar. Allah’ım, bu ne lütufdur ki, ben bütün eşya ile münasebete geçebiliyorum” der.
***
SÜBHANE RABBİYE’L-AZİM NE DEMEK?
Yine yeryüzünde iki büklüm olmuş, dört ayağı üzerinde emekleyip duran varlıklar vardır. Fıtratın kanunları içinde onlar da Rabb’ilerine karşı yaratılış görevlerini yerine getirirler. Zira o fıtrat üzere yaratılmış olmanın, onların sırtlarına yüklemiş olduğu ödevler vardır. İşte insan onları bu vaziyette görünce: “Allah’ım, mahlukat içinde iki büklüm olanlar da var. Bir hayat boyu iki büklüm ve şuursuz yaşıyorlar. Her ne kadar şuursuz yaşasalar da, onlar Sen’i hisleri ile biliyor, seziyorlar veya Sen’in kanunlarınla sağa sola sevk olunuyorlar. Ve böylece hayatlarını devam ettiriyorlar. Ama Sen bana bir şuur, bir irade vermişsin.” deyip rükuya gider ve bütün bunları bana ihsan eden Sen’sin. Sen’i tesbih ve takdis ederim manasına, “Sübhane Rabbiye’l-azîm” der.
Sonra da yerde sürünüp emekleyen varlıkları görür, onlarla kendi arasındaki mesafeyi düşünür ve Allah’ın kendisine olan lütuflarını mülahaza ederek secdeye kapanır. Neticede tevazuun bu derece mahviyetle bütünleşmesi içinde Allah’a en yakın olma anını elde eder. Bu yakınlığı değerlendirerek, “Allah’ım, ben nefsime çok zulmettim. Günahları ancak Sen affedersin. Öyle ise beni, şanına layık bir mağfiretle bağışla, bana merhamet et. Sen affedici ve merhamet edicisin” der, inler ve istiğfar dilenir. İşte mümin, baştan sona namazın her rüknünde böylesi bir temsille ve duygu, düşünceyle Rabb’inin huzurunda durur. Bütün mahlukat adına O’na kulluğunu arz eder.

Bir Idam Fermanı

Misir'da Tolunogullari hanedaninin kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamaninda Bagdat'da saray kumandanligi yapmis olan Buhara Türklerinden Tolun'un ogluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.

Ahmed'in gençlik yillarinda bir gün, babasi Tolun onu bir is için hükümet konagina göndermisti. Ahmed orada Tolun'un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhus halinde oldugunu görmüstü. Fakat babasinin yanina dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemisti. Ancak cariye, Ahmed'in gördügü durumu babasina anlatacagindan korktu, Tolun'a gidip söyle söyledi:

- Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanima geldi, beni yoldan çikarmak istedi. Ben de ondan kaçarak kösküme gittim.

Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed'i yanina çagirdi. Yazdigi bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adini belirttigi birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattiklarindan ona bir sey söylemedi. Mektupta ise söyle yaziyordu:

'Bu mektubu tasiyan kisi sana gelince boynunu vur, kesik basini da bana gönder.'

Ahmed mektupta yazilanlari bilmiyordu. Mektubu aldi, çikip gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanina çagirdi. Tolun'a söyledigi yalan sözlerin nasil karsilandigini iyice anlamak istiyordu.

Cariye, Tolun'a bir mektup yazdiracagi bahanesiyle Ahmed'i yaninda eyledi. Gidecegi yere göndermek için Ahmed'in elindeki mektubu aldi. Mektupta bir hediye emri oldugunu saniyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhus ortagi olan sahsin kazanmasini istiyordu. Bunun için mektubu onunla iliskide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir geregi onu getiren hizmetçinin basini kestirip Tolun'a gönderdi.

Bu duruma sasiran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed'i aratip yanina getirtti. Mektubu ne yaptigini sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlatti. Durumu anlayan cariye de korkuya kapildi, Tolun'a gidip yaptigini itiraf etti, bagislanmasini istedi.

Ayni cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasinin yaninda ayri bir deger kazanmisti.. .

Namaza Dair Istatistiksel Bilgiler...

Namazin bütün ibâdetleri içine alan bir ibâdet oldugunu bilmem biliyor
musunuz?

Konuyla ilgili bâzi teknik rakamlar vermek istiyorum:

- Günde 40 rek'at namaz kiliyoruz. Bu 40 rek'atin 17'si farz, 3'ü
vâcib, 20'si sünnettir.

- Bir senede 14.600 rek'at namaz kiliyoruz.

- Ramazan'da 600 rek'at teravih namazi kiliyoruz.

- Toplam bir yilda 15.200 rek'at namaz kilmis oluyoruz.

- Aksam namazindan sonra kilinan evvabin namazi, kusluk vaktinde
kilinan duha namazi, gece kilinan teheccüt namazi gibi nâfile namazlar
15.200 rek'at sayisi disindadir.

***

Namaz kilan bir mü'min bir günlük namazinda neyi ne kadar zikrediyor;
hiç düsündünüz mü? Gelin ortalama bir rakam çikaralim:

Namaz kilan bir mü'min bir günde en az

- 40 def'a besmele çekiyor.

- 40 def'a Fatiha sûresini okuyor.

- 80 def'a Rabb'imizin er-Rahman ismini söylüyor.

- 80 def'a er-Rahim ismini söylüyor.

- 213 def'a Allah-u Ekber diyor.

- 120 def'a Süphane Rabb'iye'l-Azim, diyor.

- 240 def'a Sübhane Rabbiye'l-Âlâ, diyor.

- 15 def'a Sübhaneke duâsini okuyor.

- 40 def'a Semi Allahu limen hamideh diyor.

- 40 def'a Rabbena ve leke'l-hamd diyor.

- 40 def'a Âmin (Ya Rabbî! Duâlarimi kabul buyur) diyor.

- 33 def'a Zamm-i Sûre okuyor.

- 21 def'a Ettahiyyatü'yü okuyarak Peygamberimize selâm gönderiyor.

- 21 def'a Kelime-i Sehadet'i söylüyor.

- 26 def'a omuzundaki meleklere ve yanlarindaki Müslümanlara Selâm
veriyor.

- 13 def'a Allahümme ente's-Selâmü ve Minke's-Selâmu Tebârekte ya
Zelcelâli ve'l-ikrâm, diyor.

- 13 def'a Rabbenâ Âtina, duâsini okuyor.

- 13 def'a Rabbenâgfirli, duâsini okuyor.

- 15 def'a Allahümme Salli selâvatini okuyor.

- 15 def'a Allahümme bârik selavatini okuyor.

- 15 def'a Euzübillâhiminesseytâ nirrâcîym diyerek seytanin serrinden
Allah'a siginiyor.

Bu zikrettiklerimiz sâdece namazin içinde okunanlardir. Namazdan önce
ve sonra okunanlar ve tesbihatlar bu rakamlarin disindadir.

60 yil yasayip da kullugunun gereklerini yerine getiren bir mü'minin
yaptiklarini ve söylediklerini bu kadar yil hesabiyla hesaplayin
bakalim, ne çikacak karsiniza.


Ya kulluk suurundan uzak, ibâdetlerden mahrum ömrünü zilletle geçirmis
bedenini ibâdetsizlik illeti (hastaligi) istila etmis olanlara ne
diyeceksiniz. Gerçekten çok büyük kayip içindeler degil mi? Allah (c.c)
serlerinden korusun ve kurtarsin...


http://haydinamaza. cjb.net
Gerçek Bir Küheylan: “Hacı Ata”

Bilmem ki sana nasıl hitap etmeli! Sana bir küheylan mı desem, bir üveyik mi, adanmış bir gönül eri mi desem… Bilemiyorum. Çünkü, bütün güzel vasıfları gerçekten hak ediyorsun. Hatta belki de fazlasını. Zira Hocamız Senin için, “Eğer Asr-ı saadet’te gelseydi, Allah Resûlü (Aleyhisselâm) çihâr-ı yâr-ı güzînin yanında bir beşinci olarak onu da yanına alırlardı” buyuruyor. Bilmem ki seni, bundan daha güzel tarif edecek başka bir cümle olur mu! İşte Sen busun Hacı Abi.
Vefatından sonra görülen rüyalar, senin Allah Resûlü’nün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yanında yüce bir makama ulaştığına dair bize ipuçları veriyor. Zira, bazı rüyalarda Efendiler Efendisi’nin yanında villa satın aldığın, ona komşu olduğun hakikati ortaya çıkıyor ki, “yakışır sana Hacı Abi” diyoruz.

Hacı Kemâl Erimez, yaşanmaz bir hayat bırakan ve unutulması imkansız bir kahramandır. Fedâkârlık denince öncelikle akla o gelir. Gönüllüler hareketinin içinde onun çok saygın bir yeri vardır. Cihan durdukça hep hatırlanacak ve hayırla yâd edilecektir. O, bir davanın gönül erliğini yapmış, bir mum gibi erimiş, binlerce çiçeği yanık bağrında yeşertmiştir. O bir neslin inşasında, altın neslin yetiştirilmesinde ömrünü fedâkârca harcamış bir babayiğittir. O büyük bir fedâkârlık örneği göstererek, hayatını, malını mülkünü bir bir bitirmiş, sadece hizmeti yaşamıştır.
O, bir devirde yapılması gereken neyse, tamamiyle onu yapmıştır. Laf insanı olmamıştır. Hizmet demiş ve hizmet insanı olmanın ufkunu göstermiştir. Şayet şu benim, kendisi hakkında yapmaya çalıştığım karalamaları görseydi, “Bırakın keçeliler benden filan bahsetmeyi, böyle şeylerle boş yere uğraşmayın, hadi bakim hizmetinize bakın” diye herhalde bizi bir güzel fırçalardı, belki de döverdi. Zira o tamamiyle aksiyon ve hizmet insanıydı.

Turgut Özal’a atfen bir cümle var. Rahmetli Özal, bir Van gezisinde, Serhat Kolejine bir Pazar günü âni bir ziyaret yapar ve orada etrafındaki gazeteci ve korumalarına “Hele bunların bir Hacı Kemalleri var. Hele siz bir onu görseniz. Eğer onun gibi beş adam benim yanımda olsaydı, dünyayı parmağımın ucunda çevirirdim alimallah” der. Rahmetli Özal, eski dostunun önemini iyi kavramış bir insandır. Ancak ne var ki Hacı Kemal, bir zamanlar koştuğu siyasi kulvarı, hayatının gayesi adına yeterli görmemiş, ömrünü, bir hizmet insanının ardında bir altın nefsin inşasında harcamıştır ki, onun gibi yüce bir ruhun yapabileceği en doğru iş de budur. Bunun isabetli olduğunu, zaman çok güzel isbat etmiştir. Zaten Hacı Kemâl, bir dönem siyaseti sadece hizmet için düşünmüştür. Onun ne makama, ne paraya ihtiyacı yoktu. Her şey fazlasıyla kendisinde vardı. O, bu fani şeyleri kullanarak bekâyı kazanmak için çırpınıyordu.
Hacı Kemal denince hep çırpınan bir üveyik aklıma gelir. Ya da kan ter içinde koşan bir küheylan. Kıpır kıpır bir hizmet insanını hatırlarım hep. İç dünyasında, yalnız zamanlarında Allahla başbaşa, hep irtibatlı, hep gözyaşı döken bir gönül insanı. Ancak dışarıda, insanlar arasında hep plan proje üreten, hep birşeyler yapan, aksiyoner bir ruh. Bitip tükenme bilmeyen bir azim. Hep ufukları kollayan bir hizmet insanı.
Hacı Kemal Abi, Allah’ın kendisine bir imtihan amacıyla yüklediği şahsi mirasını onun yolunda harcayan bir babayiğittir. Onun hayatını inceleyince, tamamiyle tevafuklar haritasını görebilirsiniz. İstanbullu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesi Şamlıdır. Çünkü jandarma kumandanı olan babası, Şam’da görevdeyken evlenir. Annesi Arap asıllıdır. Hacı Abi ise, Havaza’da doğar. İstanbul kültürüyle yetişir. Kendi tabiriyle bir kolejlidir. Gençlik yıllarına kadar istanbul’da kalacaktır artık. Babasının yakın dostu Hasan Kâmil Erimez’in çocuğu olmamaktadır. Hacı Abi, bunlarla içli-dışlı büyür. Babası ölünce de onların himayesine girer. Yusuf Kemâl’i kendi üzerine kaydettirir bu aile. Soyadını bu aileden alır. Bu aile dostları olan aile İncirliovalı’dır, zengindirler. Böylece varlıklı bir yaşantının ilk dönemi başlar.

Gençlik yıllarında hep bir arayış içindedir Hacı Kemal. Ellili yıllarda, o zamanki ünlü hocaların vaazlarıyla yavaş yavaş mânâ alemine yelken açmaya başlar. Konyalı Tahir Büyükkörükçü hoca bunlardan en önemlisi sayılabilir. 56 yılında evliliğinden sonra daha da hayır işlerine sarılır. Ellili yıllarda Adnan Menderesle teşrîk-i mesai kurar. DP’nin Ege Bölgesi koordinatörü gibidir. Köy köy dolaşır, paralarını siyasi çalışmalara akıtır, açıkçası. Menderes İncirliova’ya gelince mutlaka ona uğrar. O da onun için sığırlar, develer keser.
Ardından Demirelli yıllar gelir. Onunla da yakınlığı çoktur. Onun yanına randevusuz girip çıkabilen birkaç insandan biridir. Yetmişli yıllarda Özalla da yakın bir dostluğu vardır. Ancak bunu siyasi anlamda kullanmamış, hizmetlerine bir köprü maksadıyla ilgilenmiştir. Hatta Özalla ilgili hoş bir hatırası vardır. Özal rahmetli bir Ege Bölgesi seçim çalışmasındadır. Köy köy dolaşırlar. Yanında Hacı Abi de vardır. Bir köyde, Özal başlar fabrika bacasından, ağır sanayiden filan bahsetmeye. Tabii millet de esnemeye başlar. Bunu sezen Hacı Abi, rahmetlinin paçasını çeker, “zeytine gel zeytine sayın Özal” diye onu uyarır. Çünkü oranın sakinleri sadece zeytinden anlamakta ve onunla alakalı vaatler dinlemek istemektedirler.

Tabi hayatındaki esas değişiklik, 65-66’lı yıllarda Hocaefendiyle olur. İzmir’de bir camide abdest almaktadır Hacı Abi. Birden kulağına bir ses gelir. Takunyalarla sesin geldiği camiye doğru koşar. Ve bir daha da bu ızdırap yüklü sesten asla ayrılmaz. Sesin sahibi, o gün bugündür aynı destanı dillendirmektedir. Bu zat, Muhterem F. Gülen Hocaefendi’dir. Artık bulması gerekeni bulmuş; nehir, deryaya kavuşmuştur. Hacı Abi’nin ruhundaki o bitip tükenmez hizmet aşkını doldurabilecek yegane liman burasıdır artık. Sonunda nehir, çağlayana dönüşecektir.
Artık bu çağlayana İncirliova yetmez, Aydın’a taşar, orası da yetmez, İzmir’e uçar, orası da kifâyet etmez, İstanbul’da sonsuzluğa yelken açar. İstanbul’dan da Türkiye’ye. Hacı Abi’nin hizmet aşkı dur durak bilmemektedir. O da yetmez, gün gelir kapılar açılır, Hacı Kemal Abi, Orta Asya’ya, Tacikistan’a demir atar. Oradan ötelere yürüyünceye kadar artık o bir hicret eridir.

İstanbul’daki önemli simaların çoğunu hizmetle tanıştıran odur. Çok emek harcamıştır. Çok dua etmiştir. Çok ceket tutmuş, havlu kaldırmış, ayakkabılar çevirmiş ve insanlarla hizmetin arasındaki engelleri kaldırmaya özen göstermiştir. O himmetini hep âli tutmuş, insanların da bu konuda himmetlerini hep âli tutmalarını onlara öğretmiştir. Gideceği kapılara gitmezden evvel, birkaç hafta teheccütlerde hep dua dua yalvarmıştır. Ve gittiği kapılardan genelde fazlasıyla dolu dönmüştür. Kimse o itibarlı ve dertli adamı kırmak istememiştir. Hepsi de sonraları ona çok hayır dua etmişlerdir. Çünkü Hacı Abi, himmet noktasında hep zirveleri kollamıştır ve başkalarına da bunu öğretmiştir.
İzmir hayatından itibaren hep kirada yaşamıştır Hacı Abi. Kirada yaşamış ve ötelere kiralık bir evde gitmiştir. Onlar böyle bir hayatı bize göstermeselerdi, biz nereden bilecektik sahabe-nümûn bir hayatın bu devirde de yaşanabileceğini. Biz nereden bilecektik, işte dünyaya ancak bu kadar önem verileceğini. Biz nereden bilecektik, hizmetin herşeyin üzerinde bir yere sahip olduğunu. İşte Hacı Abi ve benzerleri böyle bir hayatla, bize ve gelecek nesillere en güzel örneği göstermişlerdir.

Onun hakkında söylenecek ve aktarılacak çok şey var. Bunları bir başka zamana bırakalım. Ancak bir teşekkürüm var. 2007’de Kaynak Yayınları’nda, Muhittin Küçük imzalı, Adanmış Bir Gönül İnsanı Hacı Ata, isimli bir kitap çıktı. Beşyüz küsur sayfalık bu kitap, Hacı Abiyi bize bütün yönleriyle tanıtıyor. Emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum, Rabbim hepsinden razı olsun. Bu kitabın arada kaynamaması gerekiyor. Çünkü bir hizmet insanının şahsında bize çok şeyler anlatıyor. Mutlaka okunmalı. Hararetle tavsiye ediyorum. Bir kadirşinaslık eseridir bu kitap. Hacı Abi için duyulan bir boşluğu çok iyi doldurmuştur. Rahat bir şekilde okuyabileceğimiz hoş bir anlatımla hazırlanmış, bizzat şahitlerinin dillerinden aktarılmıştır olaylar. Yazıyı bitirirken, Hacı Abinin bereketli hayatından, işte bu kitaptan birkaç kesit de sunmak istiyorum. Anekdotlar, bilhassa bugünlerde içinde bulunduğumuz mevsimle alâkalıdır. (Anekdotları, biraz sadeleştirerek alıntılıyorum.)

Hacı Abiyle İlgili Birkaç Anekdot

Kızı Sabiha’nın Vefatı: Hacı Abinin, Şifa Hastanesi başhekimi Mahmut Akdoğan’la evli olan kızı, böbrek hastasıdır ve birkaç yıldır da diyalize bağlı yaşamaktadır. 1995’te acı haber Tacikistan’a ulaşır. Apar topar İzmir’e gelir. İzmir İlâhiyat Camii’nin bahçesinde taziyeleri kabul eder Hacı Abi. Cenaze çok kalabalıktır. Cenazeye, kendi memleketi İncirliova’dan sevenleri de gelmiştir. Hacı Abinin de katkılarıyla inşaatını tamamladıkları yurt binasının tefrişatını yapmaya çalıştıkları bir sırada, çok sevdikleri Hacı Abilerinin biricik kızının acı haberini alır ve hemen cenazeye koşarlar İncirliovalı esnaflar. Onlardan biri anlatıyor: “Biz camiye geldiğimizde, cenaze musallaya konmuş. Kalabalık toplanmış. Taziyelerini sunuyorlardı gelenler, Hacı Abiye. Biz de aynısını yaptık ve bir kenara çekildik. Bir ara Hacı Abi benim kolumdan tutup beni bir kenara çekti. Arkadaşlar da yanımızdaydı. Yeni yapılan yurdun bir ihtiyacının olup olmadığını sordu. Kısaca yurdun durumu hakkında bilgi verdim. İnşaallah bitiririz, ancak taban halısı ve çekyat ihtiyacımız var, dedim. Kaç metrekare halı ve kaç çekyat lâzım, dedi. Biz de 600 metrekare halı, 20 çekyat, dedik. Bunların âcil olduğunu söyledik. Hacı abi hemen yanındaki arkadaşına not ettirdi. Kısa bir sürede, ihtiyaçlarımızın hepsi yurda geldi. Hacı Abinin biricik kızı, ciğerparesi musallada, o ise İncirliova’daki yurdun-hizmetin ihtiyaçlarıyla meşgul oluyor. Hacı Abi için, hizmet herşeyin önündeydi.”

On Gündür Yatırmadı: (Muzaffer Ecevit anlatıyor.) 84-85 yıllarıydı. Hocaefendi ve Hacı Abi üç-beş kişiyle Erzurum’a gelmiştir. 15 günlük yoğun bir proğram hazırlanmış Erzurum’da. Gün boyu ziyaretler oluyor, akşamları da sohbetler var. Geceleri de Salih abinin evinde kalıyorlar. Tam on gün geçmişti. 11. günü Hacı Abiyle başbaşa kaldık. Yorgundu. Bana dedi ki: “Muzafferim! On gündür hiç uyumadık. Her gece yataklar seriliyor, ‘Hocaefendi, bugün çok yoruldunuz, biraz istirahat edin bakalım’ diyor, sonra yatağın kenarına oturuyor, ‘Hacı Abi, falan şehirdeki yurdu bir arasan, ranzaları gelmiş mi acaba; filan şehirdeki okulu arasan, kömürleri gelmiş mi acaba; falancayı arasan, yurt inşaatının demirlerini halledebilmiş ler mi acaba… şurayı ara, burayı ara derken haydii sabah namazı giriyor. Serilen yataklar, açılan yorganlar hiç yatılmadan tekrar toparlanıyor. On gündür ne kendisi uyudu ne de bizi uyuttu mübarek!”

Hacı Abi’nin Kızını Evlendirmesi: (Muzaffer Ecevit devam ediyor) Biraz durdu, derin bir nefes aldı ve sonra dedi ki: “Biz, Hocaefendiyle şu il senin, bu il benim hep geziyoruz böyle. Arada bir İzmir’e de uğruyoruz. İzmir’deyken fırsat bulursam evime de uğruyorum. Evde bulunduğum nadir zamanlardan biriydi. Çok yakın bir arkadaşım telefon etti. Müsaitseniz, akşam evinize gelicez, dedi. Aklımdan hizmetle ilgili bir mesele vardır galiba dedim, herhalde hizmet meseleleri konuşacağız dedim ve buyur ettim onları. Geldiler akşam. Çay içiyoruz. Osman Kara, evliliğin faziletinden, sünnet oluşundan felan bahsetmeye başladı. Ardından da Allah’ın izni, Peygamberin kavli… ile kızınızı Dr. Mahmut’a istiyoruz, demesin mi! Ben şoke oldum tabii. Düşündüm kaldım, benim gelinlik kızım mı vardı ki! Beş altı yıl önce, babasını evde bulursa, dizime oturan bir kız çocuğum vardı, ne zaman büyüdü, ne zaman gelinlik çağa geldi, anlayamadım doğrusu! Bir o yana bir bu yana koşturmaktan kızımın nasıl büyüdüğünü anlayamadım. Bir de baktım ki kocaman kız olmuş!” Neticede 77’de sade bir düğünle kızı evlenir. Kızı gelinliklerle evden ayrılırken Hacı Abi gözyaşlarını tutamaz. “Babacığım, hakkını helal et” der ve elini öper kızı. “Benim hakkım yok, esas siz hakkınızı helal edin” der ve yine ağlar Hacı Kemal.

Biz Öksüz Gibi Büyüdük: (Oğlu Celâl anlatıyor): Babamızı hiç görmedik, öksüz büyüdük desem yeridir. Oturup beraber kahvaltı yaptığımız, akşam yemeği yediğimiz çok nadirdir. Zaten kendisi, “otuz yıllık evliyim ama sekiz sene karımla birlikte olmamışımdır” derdi. Çantası elinde, köşe bucak hizmet için dolaşır, koşardı. “Baba biraz bizle de ilgilensen” derdim. İman hizmeti, şahsî farzların üzerinde, derdi ve hep koşardı. Ortada yapılacak bir hizmet varsa, bizim okulumuzla/iş imizle/ticaretim izle asla ilgilenmezdi. 71’de, biz İHL’de iken, bizden çok hizmetteki çocuklarla ilgilenirdi. Bununla beraber, bizi maddi yönden hiç ihmal etmedi. Onu çok göremedik ama bizi muhtaç etmedi kimseye. İşimizi kurdu ve hayata atılmamıza yardımcı oldu. Babamın en büyük özelliği evde çok az bulunmasıydı. Evde boş şeyler konuşmazdı. Babamı biz on bir ayın belki bir ayı ancak görüyorduk. Bundan rahatsız olmuyorduk; çünkü yaptığı ulvî işin farkındaydık.

Himmeti Milletiydi: (Rahmetli Yaşar Tunagür anlatıyor): Hacı Kemal sık sık bize gelirdi. Yine birgün geldi. Burs istiyordu. Peki verelim ama, oğlum Mehmet’e bir sorayım, dedim. Oğlana sordum. Oğlum, “ben ona verdim” dedi. Ne verdin, dedim. 320 burs. Nasıl verdin oğlum! “Şirketteki bütün çek ve senetlerin hepsini teslim ettim baba” dedi. Onun himmeti milletiydi, çok âliydi.
Cennette Ufak Bir Yer mi İstersin? (Ali Katırcıoğlu anlatıyor): Bir keresinde bana geldi, yahu hacı, sende çok arazi varmış, bize yurt yeri lâzım. Vermelisin! dedi. Aldım onu Ümraniye’ye götürdüm. 12,5 dönümlük yerim vardı. Ama Hacı Abi daha büyük bir yer istiyordu. 20/25 dönümlük filan. Ben 12.5 dönümlük yerde ısrar ettim. Sen, dedi, cennette böyle ufak bir yer mi istiyorsun, yoksa büyük bir yer mi? Gerçi o zaman bu 12.5 dönümlük yeri kabul ettirdim zorla. O sırada İzmir’de maddi sıkıntı varmış. Orayı satıp İzmir’e gönderdik parasını. Bize çok yol gösterdi rahmetli. Allah razı olsun ondan.

Üç Cebi Vardı: (Özcan Hasyiğit anlatıyor): Hizmet paraları hususunda çok titizdi. Şahsî şeyleriyle asla karıştırmazdı. Üç cebi vardı. Sağ cebindeki, kendine ait özel parasıydı. Sol cebinde ve ceketinin iç cebinde de hizmet paraları vardı. Sağ cebinin dışındakilerden kendi namına harcadığını asla görmedik. Kendisi adına çok onurluydu. Kimseden asla şahsı adına birşey isteyemezdi. Ama hizmet söz konusu olunca, ciğerlerini sökerdi adamın.
Âbidler Yolu: Hacı abinin uzun zamandır ilgilendiği cömert biri vardır. Hacı Abiyi asla boş çevirmezdi. Ama biraz mesafeliydi hizmetlere karşı. Yaşı kendinden küçük bir arkadaşımıza, gel seninle birisine gidelim, der. Giderler. Bir tatil günüdür. Bakarlar ki denize nâzır bahçeli evinde uzanmış İmam-ı Gazzali’nin Âbidler Yolu isimli eserini okumaktadır ev sahibi zat. Hacı Kemal abi içeri girer ve başlar bağırıp çağırmaya: “Yat hacı yat, milletin çocuğu dinsiz imansız ne idüğü belürsüz yerlerde mahvolsun, perişan olsun, sen burada yalıda yat bakalım! Bakalım hesabını ötede nasıl vereceksin…!” Tabi olup biteni gören Hacı Kemal abinin yanında giden arkadaşı telaştadır. İçinden, bu adam bizi şimdi evinden kovacak, birazdan kapı önüne bırakacak, diye endişelenir. Ancak, ev sahibi gayet mülâyemet ve samimiyetle, “gel hele hacım, hele gel şöyle bir otur, hem siz bizi neye çağırdınız da gelmedik. Ne dediniz de yapmadık. Şöyle hele bir buyur, bakalım. Neden kızıyorsun. Senin hangi emrine muhalefet ettik ki!” filan diye karşılık vermeye başladı. Sonuçta Hacı Abi alacağını almıştır bu zattan. Oradan ayrılırken ben, Hacı Abi sen ne yaptın orada öyle, nasıl bağırıyordun, az daha ev sahibi bizi kovacak diye ödüm patladı vallahi, deyince, Hacı Abi: “Sen hiç merak etme, o bizi asla kovamaz. Çünkü ben, on beş gecedir teheccütlerimde onun için dua ediyorum. Dua etmeden gidersen, senin dediğin gibi olur. Ama Allah davasına hizmet etmesi için, kaç gecedir onun kalbinin yumuşaması için yakarıyorum!” der ve işin sırrının bir parçasını öğretir.
On Yıl Ayakkabısını Çevirdim: (Hayati Kalaycı anlatıyor): Birgün bana, ben birisini kazanmak için on sene ayakkabısını çevirdim, diye anlatmıştı. Sürekli onun gittiği camiye gidiyor. Onun sevip değer verdiği hocayla diyalog kuruyor. Önce kendini ona kabul ettiriyor. Onun gönlünü kazanıyor. Ondan sonra camiden çıkarken ilgilendiği zatın ayakkabısını alıyor, kapının önüne koyuyor ve ondan sonra o kişi ile bir diyalog içine giriyor ve bu samimi gayretleri Hacı Kemal’i, o zatın aile meclisine girebilecek derecede bir yakınlığa kadar götürüyor.

Beni Boş Çevirme: (Uğur Özdaş anlatıyor): Esnaflardan çok rahat himmet alıyordu. İşin hakkını veriyordu, çok çalışıyordu bu konuda. Zahirî sebepler tamamdı yani. Bazen gittiklerine sitem ediyordu ama servet kabul edilecek kadar bir himmet alıyordu sonuçta. Bunun sırrını çözmek için çok uğraştım. Bir defasında gece saat 2/3. Ben yan odadayım. Hacı Abinin odasından bir ağlama sesi geldi, bir ağlama sesi ki, sormayın. Anlam veremedim önce. Sonra dayanamadım gittim kapıyı açtım, baktım Hacı Abi kendinden geçmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Sakalları ıslanmış. “Allahım beni boş çevirme, beni o insanların yanında mahcup etme” diye yakarıyordu. Demek ki sadece zahirî sebepler değildi yaptığı. Tek taraflı düşünmüyordu. İşin manevî hazırlığını da yapıyordu yani. Planlı bir insandı. Gerçi yazıya dökmezdi bunu ama çok zeki olduğu için işi zihninde planlardı. Öyle gelişigüzel yerde ve zamanda istemezdi. Der di ki: “Ben falanca zatı tanıyabilmek için üçbuçuk yılımı verdim. Peşinde dolaştım. Camide paltosunu tuttum. Ayakkabısını çevirdim. Taksisinin kapısını açtım. Neyi sever, kimlerle münasebeti vardır, karakteri ve mizacı nedir, aile yapısı nasıldır, bütün bunları incelerdim.” İşte böylece o, ilgilendiği hususlarda ilmî çalışıyordu, çok düzenliydi yani. Hem zihnî bir mesaî harcıyor, hem de manevî iklimi hazırlıyordu.
Mart 1997: Hastaneye kaldırılmasından birgün öncedir. Tacikistan Şelale Eğitim Kurumları yetkilisi Zeki Pektaş’ın telefonu çalar gece yarısı, acı acı. Uyku uyanık telaş içinde telefonu kaldırır Tacikistan’dan. Telefonda Hacı Abi vardır: Bakandan, başbakan yardımcısından, bize yardımcı olan kimselerden, okul müdürlerinden… birçok kişinin durumundan sorar. Şunları şöyle edin, bunları böyle edin, tekrar geleceğim filan der. “Tam yirmi dakika telefonda talimat verdi, tembihlerde bulundu. Ben de neden bunları soruyor ki, başka daha önemli meselelerimiz var şimdi, diye düşünüyordum. O gece herşeyi söyledi, diyeceklerini dedi. Meğersem sabahleyin bir işittik ki hastaneye kaldırılmış Hacı Abi. Ertesi gün de sabah saat yedide ötelere uçmuş.”
Şehabettin Varol (İncirliova, Çarşı Camii İmamı): Ramazan’ın sonlarına doğru bir gece rüyamda Medine’ye gitmişim. Yeşil Kubbe’ye yakın büyükçe iki ev gördüm. Bakî Mezarlığı tarafında. Büyükçe marullar vardı, kopardım yedim. Evlerin küçüğü İncirliova’da Risale-i nûr talebesi Necati Tamer vardı, onunmuş. Büyüğü de Hacı Abi’ninmiş. İkisini de ziyaret ettim. Kemal Abi’nin bahçesinde büyük asırlık ağaçlar vardı. Hacı Abi, evi kaça aldınız, dedim. Necati Bey, beş milyara, Hacı Abi de onbeş milyara almış. Burada da evimizin olduğuna çok sevindim. Uyandım, evlerin şekilleri hiç zihnimden gitmiyor. İkinci gece yine benzer rüya gördüm. Sahura kalkmışız ailece, rüyamda. Kapının zili çaldı. Baktım Allah Resûlü (Aleyhisselâm) kapıda, içeriye teşrif ediyor, bana selâm veriyor. Aldım selamını. Müşriklerden rahatsız oldum da senin evini emin buldum, onun için geldim, buyurdu. Epey zaman evvel Hocamız ve Hacı Kemâl abi de buraya gelmişlerdi. Aynı onların oturduğu yere Efendimiz Aleyhisselâm oturdular. Allah Resûlüyle yöresel kesik ve kese yoğurdu yedik. Sofrada, Ya Resûlallah, dün de Medine’deydim. Bizim Necati Beyle Kemal Abiler size komşu olmuşlar, yakınınızda ev almışlar dedim. Tasdikledi, evet öyle yaptılar, ev satın aldılar yakınımdan, komşu oldular bana, buyurdu. Bir de baktım ki, Efendimizi (Aleyhisselâm) öperken uyandım. Çünkü öpmeye izin vermişti. Tadı hala dudaklarımdadı r.
Küheylanın Namazı: (Ahmet Börekçi anlatıyor): Genelde namazlarımızı cemaatle kılardık. Şaban adında bir hafızımız vardı. Hacı Abi, çağır hafızı da beraber namaz kılalım, derdi. Namaza dururken öyle içinden ve derinden bir “Allahuekber” deyişi vardı ki ilk defa onda görmüştüm böyle bir huşuyu. Namaza başlayınca da inleyerek ağlardı. Yakınında namaz kılamazdım. Ağlama sesinden duramazdım yani. Hatta korkardım, ne oluyor filan diye. Sonra ta arkaya gider orada kılardım. Cemaatle kılınan her namazda böyleydi o. Onun kulluktaki derinliğini, namaz kılışına bakarak görmek mümkündür. Namaz hususunda o kadar hassastır ki ölesiye yorgun ve hasta olduğu dönemlerde bile oturarak namaz kılmazdı. Birinin alelacele namaz kıldığını görse, hemen ikaz eder ve ona namazını tekrar kılmasını söylerdi. Namaza durduğu anda dünyadan tamamen sıyrılır, farklı bir boyuta geçer ve adeta müşahhas bir namaz ve kulluk âbidesi kesilirdi. Cemaatle namaz hususunda çok hassastı. Vakit girer girmez, her nerede olunursa olunsun hemen kılınmasını isterdi.
Söz Sultanı’nın Sözleriyle Bitirelim:
“Civanmertlik mevzuunda Devr-i risalet-penahi’ de olsaydı, Allah Resulü, o dört büyüğün yanında bir beşinci diye ona da bir yer verirdi… O, bir tane vefat etti gitti. İnşallah bir tohum gibi toprağın bağrına düşmüştür. Bir sümbül, bir başak hatayatını netice verecektir. Bir ölmüştür, inşallah yirmi dirilecektir. Onun koştuğu saha da boş kalmayacaktır. Tacikistanlara, Kızgızistanlara, Kazakistanlara… başkaları gidecek, başkaları gözyaşlarıyla aşklarını, heyecanlarını mûsikileştirecek, şiirleştirecek; BU MİLLETİN HACI KEMÂL’DEN BEKLEDİĞİ ŞEYLERİ ONLAR İFA EDECEKLERDİR. Bir taraftan hep inkisarını yaşıyorum. Diğer taraftan da Rabbime olan ümidim ve itimadım tamdır. O, bir yerde boşluk meydana getirse, orayı doldurma gücü ve kuvveti de onda vardır. O herşeye kadirdir. Bu mevzuda da boşluğu dolduracak olan odur, ümidini taşıyorum. Allah, ona mağfiret ve merhamet buyursun. Onun aşkı, heyecanı ölçüsünde bizelere de aşk ve heyecan vererek bu milletin geleceğine hizmetle bizi serfiraz kılsın.

Bayram Kusursuz
http://www.herkul. org/yazarlar/ index.php? view=article&article_id=4474

1

Adanmış bir gönül insanı: Hacı Atahits = 2071
1 2 3 4 5 160 Oy
> TÜRK OKULLARI
2

Tacikistan Türk okulları 2hits = 3154
1 2 3 4 5 96 Oy
> TÜRK OKULLARI
3

hacı kemal erimez mezarı başında anıldı.hits = 1450
1 2 3 4 5 62 Oy
> TÜRK OKULLARI
4

Sevdası peşinden koşan yiğit Hacı KEMAL ERİMEZhits = 2659
1 2 3 4 5 159 Oy
> TÜRK OKULLARI

Adanmış Bir Gönül İnsanı Hacı Ata
Muhittin KÜÇÜK
Yayın Evi :Kaynak YayınlarıYayın No : 198ISBN : 978-9944-125- 17-8 Barkod : 9789944125178512 sayfa. 13,5x21

Bill Gates'in başörtülü Türk dahisi

Bill Gates'in başörtülü Türk dahisi Nazan Kurt, Microsoft Redmond'ta çalışan 150 Türk’ten biri. Seferihisar’da büyüyen Kurt, 5.5 yıl önce henüz üniversitede okurken, hiç de aklında yokken Microsoft'tan iş teklifi almış.
04 Ağustos 2007 07:52
Yazı boyutunu büyütmek için

Akşam gazetesinde yayınlanmata olan Işınsı Kaygusuz imzalı "Microsoft'un Türk Dahileri" dizisinin üçüncü bölümünde ilgniç bir isme yer verildi. Bill Gates'in yatırım yaptığı genç Türk beyinlerinden birinin başörtülü olduğu ortaya çıktı.
Nazan Kurt, Microsoft Redmond'ta çalışan 150 Türk’ten biri. Henüz 27 yaşında. İzmir Seferihisar’da büyüyen Kurt, 5.5 yıl önce henüz üniversitede okurken, hem de hiç aklında yokken Microsoft Amerika'dan iş teklifi almış. Onu MS’e taşıyan öyküsü ise yine bilgisayar ve internetten geçiyor. Kurt'la MS'e gidiş öyküsü, aldığı eğitimler ve şu andaki göreviyle ilgili konuştukWeb sayfasının basarısı onu Microsoft’a götürdüŞirkete giriş öykünüz nedir?Aslında ben başvurmadım. Aklımda akademisyenlik vardı o yıllarda. Hacettepe Bilgisayar Mühendisliği bölümünde okuyordum. Okulumun da son yılıydı. Microsoft İnsan Kaynakları'ndan web sayfamı görmüşler. Bahsettiğim birkaç projemi beğenmişler. Benimle “Microsoft'a başvurmayı düşünür müsün” diye iletişime geçtiler. Ben de “niye olmasın” dedim. Yaptığınız işi anlatır mısınız?Windows Networking and Devices (Windows Bilgisayar Ağları ve Aygıtları) grubunda, network adapter driver'ları yani ağ kart sürücüleri ve Windows'un bu sürücülere sağladığı ara yüz (NDIS) üzerinde çalışıyorum. Kablolu ve kablosuz ağ kart sürücüleri için yazılım modelleri, örnek sürücüler ve ağ kart üreticilerinin "Windows'a uyumludur" logosu alabilmeleri için logo programları geliştiriyorum. 5.5 yıldır MS'deyim.MS'de çalışan Türkler en çok çalışma ortamının rahatlığından memnun. Saatlerin esnekliği ve bunlar gibi. Peki siz en çok neyi beğeniyorsunuz. Ya da MS'de en çok hoşunuza giden şey nedir?İş ortamı oldukça rahat. 5 gün, günde 9 saat çalışıyorum. İşini iyi yaptıktan sonra, çalışma saatleri, kurallar oldukça esnek. Bazı günler evden çalışmak mümkün. Herkesin birbirine saygı duyduğu güzel bir ortam var. Kampusta herkes çok farklı. Yerel kıyafetiyle bir Hintliyi, ya da Çinli'yi görmek sıradan. Kafeteryada Meksika'dan Uzakdoğu'ya, Ortadoğu'dan Hindistan'a değişik ülkelerin yemekleri bulunabiliyor. Vejetaryen, helal, koşer, diyet yiyeceklere kadar her şey düşünülmüş. Bisikletle gelenler için duş, öğle saatlerinde spor yapabilecekleri alanlardan kitap ya da örgü kulübüne, sinevizyona salon tahsis etmeye dek değişik ihtiyaç ve hobileri destekleyen olanaklar mevcut. AMAC VERiMi ARTIRMAKNiçin bu kadar çok olanaklar sunuyorlar sizce? Kampus ve kurallar, çalışanların en verimli olmalarını sağlamak, potansiyellerini en iyi ortaya çıkarmak üzerine düzenlenmiş. Çok farklı profillerden çalışanları birleştirici, kuşatıcı bir ortam. Bu yüzden insanlar buraya çabuk alışıyor ve benimsiyor. Microsoft huzurlu, rahat, destekleyici bir çalışma ortamını sağlıyor, çalışanlar da yaptığı iş konusunda çok azimli. Zaten işini sevmeden, işini çok seven bunca kişiyle rekabet edebilmek çok zor. Bunu ilk başta söylüyorlar. O yüzden herkes ilgisini çekecek bir alanda çalışmaya yönlendiriliyor. Şirket içi grup değiştirme teşvik ediliyor. Bireysel sorumlulukMICROSOFT’ta genelde tek kişilik odalarda çalışılıyor. Başınızda çalışıp çalışmadığınızı kontrol eden kimse yok. Yıllık performans değerlendirmesi için kendiniz grubunuzun hedefleriyle paralel hedefler belirliyorsunuz. Yıl içerisinde bu hedefler düzenli olarak gözden geçiriliyor. Kariyerinizde ilerleme bu hedefleri ne kadar isabetli belirleyip ne kadar aştığınıza bağlı. Ne oralıyız ne buralıAmerika'da olmaktan mutlu musunuz?Burada çok mutluyuz ama Türkiye'yi çok özlüyoruz. Hiçbir yerin memleketin yerini tutması mümkün değil. Öte yandan ilk geldiğimizde, sadece Türkiye'yi özlüyorduk, dönsek geride bırakacağımız çok bir şey yoktu. Zamanla burada da sevdiğimiz şeyler olmaya başladı. Örneğin burada lahmacunu kebabı özlüyoruz. Bir gün dönsek, Krispy Kreme'nin doughnot'ini, buranın makarnasını özleriz. İnsan yıllar geçtikçe arada kalıyor. Hem oraya hem buraya ait oluyor biraz ve ne tam olarak buralı oluyor ne de eskisi gibi Türkiyeli. Çünkü Türkiye değişirken o değişikliklerin parçası olamıyor uzaktan. Peki size göre Microsoft'ta Türklere yaklaşım nasıl? Hiç olumsuz bir tepki gördünüz mü ?Öncelikle şunu belirteyim, olumsuz ayrımcılık yapmak işten atılma sebebi. Türklerin bıraktıkları iyi bir izlenim var: İngilizcesi anlaşılır ve işini iyi yapan... Bu olumlu yaklaşım sağlıyor. Bir de grubumdaki çok sayıda Amerikalı Türkiye'yi ziyaret etmiş. Güzel anıları var. Genelde hayatlarının bir zamanında bir Türk'le karşılaşanlar veya Türkiye'yi tanıyanlar olumlu yaklaşıyorlar.Microsoft’ta iş ve hayat dengesiNazan Kurt, iş dışındaki günlük yaşamını şu sözlerle anlatıyor:“Benim için de Microsoft için de iş/hayat dengesi çok önemli. Hafta sonu ve akşamlarımı eşimle ve arkadaşlarımla geçiriyorum. İşten sonra bahçeyle ilgileniyorum. Haftada bir kere arkadaşlarla yüzmeye gidiyoruz. Burada doğa çok güzel. Eşimle mutlaka her hafta sonu bir yere yürüyüşe/trekking' e gidiyoruz. Bunun dışında hava müsaitse arkadaşlarla piknik, çadır kampı, çilek, lavanta, lale festivallerine ya da kültürel etkinliklere gidiyoruz. 3 günlük tatil bulursak da Kanada ve ABD'nin diğer eyaletlerindeki arkadaşlarımızı ziyaret ediyoruz. Gerek doğal güzellikler, gerek çok sayıdaki kültürel etkinlikler işin stresini kolayca unutturuyor. Daha çok Türklerle görüşsek de her milletten arkadaşımız var."MS’te sosyal olmak sartMS’de çalışanlar sandığımız gibi, işten başka bir şey düşünmeyen, hayata tek bir çerçeveden bakan insanlar değil. Zeki, esprili ve eğlenceli kişilikleri onların ne kadar sosyal olduğunun da göstergesi. Çünkü MS’de hedef “hayatı kolaylaştırmak için yaratmak”. Ve onlara göre de bu ancak her yönüyle hayatın içinde olan kişilerle olur. Dünyanın en büyük fitness kulübüSEATTLE aynı İstanbul’a benziyor. Avrupa yakası, Anadolu yakası gibi. İki tane köprümüz de var. Biz onların birini Boğaz birini FSM diye adlandırıyoruz. Bizin Avrupa yakası dediğimiz taraf aynı İstanbul’un Avrupa yakası gibi iş alanları var gökdelenler var. Anadolu yakası tam tersi ormanlık. Aynı filmlerde gördüğünüz gibi iki katlı evlerin olduğu o tarz bir yer. İşte MS’de öyle bir yerde. Çok güzel bir kampusumuz var. Dünyanın en büyük fitness kulübü MS kampusunun hemen yanı başında. Tüm MS elemanları ücretsiz olarak kullanabiliyor. Kampus içinde futbol, voleybol ve plaj voleybolu sahalarımız var. Ve bunları kullanmaya vaktimiz oluyor. Nasıl yani. Tüm işleri bitirip, bu imkanlardan yararlanmaya vakit bulabiliyor musunuz? Evet, Çünkü MS’de insanlar proje bazlı çalışıyorlar. Projeler arasında 1 haftalık, 10 günlük daha az yoğun zamanlar oluyor. Seattle, yaşam standartları bakımından dünyada ilk beşin içinde . Seattle aynı zamanda Amerika’nın en zengin şehirlerinden biri. Amerikalıların en çok ettikleri muhabbet ise sabah koşu bandında 10 mili kaç dakikada koştukları. Yani ‘ay sonunu nasıl getiririm’ gibi hayatlarında dert edinecekleri hiçbir şey yok
(Akşam)

http://www.haber7. com/haber. php?haber_ id=260294

Seni Inkar Eden Helak Olur

Resulullah (s.a.v) ashab-i kiramdan bir kismi ile bir yerde idi.Köylünün biri avladigi kelerle(bir cins kertenkele) gelip;

-" Bu serefli zat kimdir? " diye sordu. "Resulullah' tir dediler" . Köylü keleri ortaya koyup;
-"Bu keler ,sahitlik etmedikçe inanmam." dedi. Resulullah (s.a.v) kelere;
-"Ey keler!" deyince keler hemen fasih bir dille;
-"Buyrun sizi dinliyorum" dedi.
-"Sen kime ibadet edersin?" buyurunca,keler;
-"Arsi gökte,tasarrufu yerde olan,deniz içerisinde yol açan, rahmeti cennetle,azabi cehennemde olan Allahu Teala'ya ibadet ederim" dedi.
-"Ey keler,ben kimim?" buyurunca,keler;
-"Sen alemlerin Rabbinin hak resulüsün,son peygamberisin, sana inanan kurtuldu,inkar eden helak oldu" dedi.

Köylü bunu duyunca hemen müslüman oldu...

Ilimsiz Amelin Sonu

Bersisa isminde bir zat, inzivaya çekilmis, gece gündüz vakti Allah'a (c.c.) ibadetle geçer ve hiçbir kötülükte bulunmazdi. Bu zati seytan aleyhilla'ne kandirmak için türlü hilelere basvurdu. Fakat bir türlü kandiramadi. En sonunda seytan isin kolayini bulmust'u. Çünkü Seyh Bersisa, amil, mütteld, züht ü takva sahibi bir zatti ama, alim degildi. Yani ilm-i zahiri yoktu. Ondan dolayi onu kandirmak kolay olacakti.

Planini söyle tatbik etti:

Seytan, sirtinda cübbesi, elinde asasi, basinda sarigi, elinde tesbihi oldugu halde bembeyaz sakaliyla Seyh Bersisa'nin ibadet ettigi yere varip kapisini çaldi.

Seyh Bersisa kapiyi açtiktan sonra, kim olup, nereden geldigini ve niçin geldigini sordu.
Seytan Alleyhilla'ne ona su, cevabi verdi:

- Ben dünya nimetlerinden uzak, ömrünü Allah'a ibadetle geçirmek isteyen bir kimseyim. Bir Allah dostu bulup kendime arkadas edinmek için çok yer dolastim, fakat sizden baska bir kimseye rastlamadim. Memleketine yaklastigimda, sizin isminizi duydum. Sizin de bütün gayretiniz Allah'in rizasini kazanmak olduguna göre, beni de kabul buyur da, beraber ibadete devam edelim. dedi.

Seyh Bersisa, onun seytan oldugunu ve kendisinin ayagini kaydirmak için geldigini nereden bilecekti. Arkadasligi kabul etti... Beraber ibadete basladilar. Aradan zaman geçiyor, seyh Bersisa ibadet ediyor, yiyor içiyor ve diger insanlar gibi yasiyor, lakin seytan Allah'a öyle ibadet eder gözüküyor ki yemiyor içmiyor, yatip uyumuyor ve bütün zamanini ibadet ederek geçiriyordu.

Seyh Bersisa, yeni dostuna hayran kalmisti. Aradan çok zaman geçmeden dayanamayarak:

- Ey Allah'in salih kulu, sen bu mertebeye nasil yetistin. Ben senelerden beri ibadet ederim, yeyip içmekten kurtulamadim. Sense bütün zamanini ibadete ayirabiliyorsun. Ne olur, bunun sirrini bana da ögret de, ben de senin gibi olayim, dedi.

Seytanin istedigi dogmustu...
- Bunun kolayi var! Evvela bir büyük günah isleyecek, sonra da O'na samimiyetle tövbe edeceksin. Büyük bir günah islemis oldugundan Allah'tan daha fazla korkmaya baslayacak ve böylece de benim gibi, sen de her türlü insani kötü hasletlerden kurtulmus olacaksin, dedi.

Seyh, mesela ne gibi bir günah islemesi lazim geldigini sordu. seytan, artik bayram ediyordu. Çünkü avini kandirmisti.

- Zina edebilirsin, dedi. Seyh:

- Yapamam, dedi.

Bu sefer seytan:

- Adam öldür! dedi.

Bersisa, yine:

- Onu da yapamam, dedi.

Seytan:

- Içki içersin, dedi...

Bersisa, düsündü tasindi, onu biraz hafif görmüstü:

- O olur, yapabilirim, dedi.


Seytan artik sevincinden havalarda uçuyordu. Bersisa dogru kasabadaki meyhanelerden birine gidip bir miktar içki istedi, içkiyi sunan saki kadindi, içtikçe içti ve sonunda sarhos olup kadina zina etmeyi düsünmeye basladi. seytan tabii ki bos durmuyor, adamin gözüne gözükmeden nefs yoluyla durma, böyle firsat elegeçmez, hemen bu kadinla münasebet kur, diyordu.

Bersisa, tamamen sarhos olduktan sonra, meyhaneci kadina orada zina etti. Bu onun için çok kötü bir seydi... Duyulursa ne derlerdi. En iyisi o kadini öldürüp gömmekti, ve öyle yapti. Kadini öldürüp meyhanenin arkasinda bir yere gömdü. Fakat hadise duyulmakta ve yayilmakta gecikmedi. Bersisa'yi yakalayip mahkemeye çikardilar. Katil oldugu için kisasa kisas ölümüne hükmolundu.

Bersisa idam sehpasina çikmis, artik ip bogazina geçirildikten sonra onu kurtaracak hiçbir kimse yoktu. Seytan karsida görüldü.

- Bu hal nedir ey dostum, dedi. Bersisa:

- Görüyorsun ey Allah'in sevgili kulu beni kurtar, diye yalvarmaya basladi. Seytan:

- Bir sartla seni kurtaririm. O da bana secde edeceksin, dedi. Bersisa:

- Görüyorsun ip bogazima geçirilmis nasil secde edebilirim, deyince de:

- Isaretle secde edebilirsin, dedi.

Bersisa basiyla isaret ederek secde etti ve sandalye ayaginin altindan çekilince imansiz olarak göçüp gitti...
Allah muhafaza buyursun!

Ilimsiz amelin, insani nereye kadar götürecegine güzel bir misal böylece vuku bulmus oldu. Eger onda seriata müteallik ilim olsaydi içki içmek, zina etmekle, adam öldürmekle evliya olunamayacagini bilir ve seytana uymazdi...

Kiymetli Tas

Hasircizade Mehmet aga bir gün, Keçeci Zade Fuat Pasa'nin parmagindaki yüzüge dikkatli dikkatli bakiyordu.

Pasa sordu:
- Tasima mi bakiyorsun?
- Evet Pasam, ne tasi diye bakiyorum.
- Elmas!
- Affedesiniz ama, bir sey soracagim: Sana kaç para getiriyor?
- Hiç!

Hasircizade gülümseyerek:- Benim de dedi, dede yadigari bir çift tasim var ama, her sene bana elli altin getirir!
- Ne tasi bu?
- Degirmen tasi, Pasam!

Sultanla köle...

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle birgün Sultan Mahmud'un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı
asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan'ın öylesine
itimadını kazanmış ki,bütün sultanlığın haznedârı tayin edilmiş
ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş.

Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar.
Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle
bir mevki verilmesini vekendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü
hazmedememişler.

Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa
ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu
kölenin itibarını zedelemekiçin ellerinden geleni yapmışlar.

Bir gün Sultan'ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği
duyulmuş:
"Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun
mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.

" Sultan kulaklarına inanamamış. "İşin aslını kendigözlerimle
görmeliyim" demiş.

Duvara küçük bir delik yaptırıp, içerideolanları seyretmeye
hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini,kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük
bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış.
İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise!Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, "Daha önceleri bu elbiseyigiydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?" diye sormuş.
"Bir Hiçtin sen...

Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan'ın eliylesana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lutfetti.
Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasınıuçurur, unutuluşlara sürükler.
Şimdi sen de, nimetçe senden aşağıolanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!"

Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş.
Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan'la yüz yüze gelmiş.

Sultan gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından
aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki,
konuşmakta güçlük çekmiş."Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedârıydın, ama şimdi...
kalbimin hazinedârısın.
Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın
huzurunda nasıldavranmam gerektiği dersini verdin."